olaygazetecilik @ hotmail.com

    Bu yazıyı hazırlamam biraz uzun sürdü. Başlıktan itibaren giriş, gelişme, analiz, örnekler, felsefi derinlik, güncel yansımalar ve edebi tonla güçlendirilmiş bir bütünlük katmaya çalıştım. Çünkü mesele yalnızca bir düşünce meselesi değil; insanın kendiyle hesaplaşmasını gerektiren bir vicdan sınavı. Dolayısıyla bu yazının her satırı, yalnızca zihne değil, kalbe de seslenmek zorunda.
Bazen insanın en ağır yükü, söylediği sözler değil; söyleyemediği hakikatlerdir.
Çünkü susmak, çoğu kez bir sığınak gibi görünür ama aslında bir teslimiyettir.
Doğruyu bilip yanlışa susmak, yalnızca bir ahlaki zaaf değil; bir toplumun yavaş yavaş kendi mezarını kazmasıdır.
    Kötülük tarih boyunca hep gürültülüydü. Tiranlar bağırdı, zalimler hükmetti, despotlar kendilerince tanrılık oynadı. Ama asıl felaket, bu gürültünün içinde yankılanmayan sessizlikti. İnsanlık çoğu kez kötülüğün gücünden değil, iyilerin suskunluğundan çöktü.
Bir insan sustuğunda, yalnızca dilini değil, vicdanını da susturur. Sessizlik, çoğu zaman dilin değil, kalbin çekildiği bir ıssızlıktır. O ıssızlıkta insan yavaş yavaş insanlığını yitirir.
Hannah Arendt, Nazi Almanyası’nı incelerken “kötülüğün sıradanlığı”ndan söz etmişti. Onun o sarsıcı tespiti hala geçerli: En korkunç suçlar, şeytani canavarların değil, sıradan insanların suskunluğunun eseridir. Sessizlik, pasif bir tutum değildir; sessizlik, kötülüğün oksijenidir.
Heidegger, “Susmak da bir konuşma biçimidir” der. Haklıdır. Her susuş, bir tercihtir. Sustuklarında da bir şey söylersin: “Ben güçlüden yanayım.” O yüzden suskunluk bir boşluk değil, bir taraf tutmadır.
    Albert Camus ise II. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında gerçeği en çıplak haliyle dile getirdi: “Dünyadaki en büyük suç kötülük değil, kötülüğe karşı sessizliktir.” Çünkü hakikati saklamak, kötülüğün hizmetine girmektir.
Bu bilgelik yalnızca Batı’nın vicdanında yankılanmadı.
Doğu’nun hikmet ehli de aynı gerçeği defalarca hatırlattı:
Yunus Emre “Söyle ey derviş doğruyu, doğru söz candan azizdir” derken, Mevlana “Bir mum, başkasını tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” diye öğüt verdi.
İslam düşüncesi ise bu meselenin özünü bir cümleyle özetledi: “Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker.”
Yani iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak. Bu ilke yalnızca bir inanç öğretisi değil, bir insanlık refleksidir. Çünkü kötülüğü gördüğünde “Benim meselem değil” dediğin an, insanlığın senden eksilir.
Sessizliğin üç kaynağı vardır: korku, çıkar, umursamazlık.
Korku, insanı susturur çünkü koltuğunu, işini, itibarını kaybetmekten korkar.
Çıkar, suskunluğu karlı hale getirir; gerçek uğruna menfaatini feda edemeyen, kendi ruhunu satar.
Umursamazlık ise en tehlikelisidir. Başkasının acısını kendi meselesi görmeyen bir toplum, adaletin tabutuna son çiviyi çakan toplumdur.
Bu üçü birleştiğinde görünmez bir salgın doğar: vicdansızlık.
Tarihe bak: Roma yalnızca barbar istilalarıyla değil, halkın zalimlik karşısındaki ilgisizliğiyle çöktü.
Arenalarda aslanların masumları parçaladığı anlarda yükselen alkış sesleri, Roma’nın kalbini çürüttü.
Nazi Almanyası’nda Hitler’in emirleri yetmezdi; o emirleri normalleştiren milyonlar olmasaydı Auschwitz’e giden trenler o kadar kolay kalkmazdı. O kapatılan pencereler, aslında kapatılan vicdanlardı.
Yakın tarihte de değişen bir şey olmadı. Diktatörlükleri güçlü kılan şey birkaç tiran değil, milyonların korkudan veya ilgisizlikten kurduğu sessizlik duvarıydı.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenler, sonunda o yılanın kendi evlerinin duvarına tırmandığını fark etti ama artık çok geçti.
Bugün sessizlik başka bir biçime büründü. Artık yalnızca dil değil, parmaklar da susuyor.
Bir haksızlığı görüp kaydırmak, bir şiddet videosunu izleyip “geçmek” de sessizliğin yeni adıdır. Dijital çağda susmak, “scroll” hareketiyle yapılır.
Bir çocuğa şiddet uygulanırken insanlar artık fısıldamaz, sadece kayıt alır.
Ama o kayıt, kötülüğü durdurmaz; yalnızca arşivler.
Vicdan, kameraya sığmaz; harekete geçtiğinde anlamlıdır.
Fenomenler milyonlara sesleniyor ama yolsuzluk, adaletsizlik, zulüm karşısında tek kelime etmiyorlar. Çünkü marka anlaşmaları bozulabilir.
Paranın konuştuğu yerde vicdan susuyor.
Bu ülkenin haber bültenleri kadın cinayetleriyle doluyor.
Komşular, akrabalar, yetkililer “aile meselesi” diyerek susuyor.
O sessizlik, cinayeti işleyen kadar suçlu.
Bir kadın öldürüldüğünde yalnızca bir insan ölmez, toplumun onuru da gömülür.
Çocuk istismarları duyuluyor, birkaç gün konuşuluyor, sonra gündem değişiyor.
Hashtag’ler ömrünü tamamlıyor, adalet yine sessizliğe terk ediliyor.
Sosyal medya bir vicdan değil, geçici bir yankı odasıdır.
Dünyanın öbür ucunda bombalar patlıyor, çocuklar ölüyor.
Ekranlar dolup taşıyor, ama kimse kalkıp “Yeter” demiyor.
Milyonlar, ölümleri “seyir malzemesi”ne dönüştürüyor.
Sessizlik artık sadece bir tutum değil, bir tüketim biçimi haline geldi.
Oysa tarihte hakikati söyleyenlerin kaderi belliydi:
Sokrates, gençlere doğruyu öğretmeye çalıştığı için baldıran zehri içti.
Hallac-ı Mansur, “Enel Hak” dediği için darağacına çıktı.
Galileo, “Dünya dönüyor” dediği için Engizisyon önünde yargılandı.
Onlar konuştukları için öldürüldüler; ama biz sustuğumuz için ölüyoruz. Yavaş, sessiz, fark edilmeden.
Konuşmanın bedeli vardır, evet.
Ama susmanın bedeli, bütün bir geleceği kaybetmektir.
Sustukça yalnızca bugünü değil, çocuklarının ve torunlarının kaderini ipotek altına alırsın.
Sessizliği yıkmanın yolu kahramanlıktan değil, insanlıktan geçer.
Bir haksızlık gördüğünde “Bana ne” dememek, bir acıya sırt çevirmemek, doğruyu dile getirmekten korkmamak…
Bunlar küçük gibi görünen ama büyük değişimleri başlatan kıvılcımlardır.
Çünkü tarihte dönüşümleri hep azınlıklar başlatmıştır.
Bir kişi konuşur, bin kişi duyar; bin kişi konuşur, milyonlar harekete geçer.
Ve sonunda sessizlik duvarı çöker.
Ama artık hakikati söylemek yalnızca cesaret değil, strateji de ister.
Çünkü çağımızda hakikat bile algoritmaların filtresinden geçiyor.
Yalan, estetikle paketleniyor; sessizlik, makuliyet diye sunuluyor.
Bu yüzden doğruyu dile getirmek bile bir eylem sınavına dönüştü.
Susmak, zalime verilmiş en büyük destektir.
Sessizlik, vicdanın çürümesidir.
Hakikat dile gelmediğinde ölür, adalet susturulduğunda mezara gömülür.
Bugünün en büyük sorumluluğu, sözün hakkını vermektir.
Erdem, herkes konuştuğunda değil; herkes sustuğunda konuşabilmektir.
Belki bir cümle dünyayı değiştirmez.
Ama bir cümle bir vicdanı uyandırabilir.
Uyanan bir vicdan başka vicdanlara ışık olur.
Tıpkı mumun mumdan ışık alması gibi, bir ses bir ülkenin karanlığını deler.
Kötülüğün kök salmasının nedeni kötülüğün güçlü olması değil, iyilerin sessizliğidir.
Ve bu yüzden bugün en radikal eylem, hakikati söylemektir.
Çünkü hakikati söylemek yalnızca bir cümle değildir; bir tavırdır, bir duruştur, bir varoluş biçimidir.
Sessiz kalanlar da tarihe bir şey söyler. Ama çoğu, yanlış tarafta.