olaygazetecilik @ hotmail.com

İnsanın hikayesi, doğduğu andan itibaren istemekle başlar. Aç bebek ağlar; bu sadece bir refleks değildir, bir talebin ilk işaretidir: Karnını doyurmak ister. Çocuk oyuncağın peşinden koşar, sahip olmak ister. Genç, görülmek, fark edilmek, beğenilmek ister. Yetişkin, işinde yükselmek, saygınlık kazanmak, mal edinmek ister. İstek, insanın yaşam damarında dolaşan kıvılcımdır; her gün yeniden doğuran küçük bir ateştir. Ama ateşin doğası bellidir: Parlar, ısıtır, kısa bir süre sonra söner. İnsanı yeni bir ateş aramaya zorlar.

İşte bu yüzden isteğin doğası geçicilik, yüzeysellik ve dağınıklıktır.

Oysa insanı ayakta tutan, kaderine yön veren, onu bir karakter haline getiren daha derin bir damar vardır: istenç. İstenç kelimesi, kulağa biraz eski ve ağır gelebilir. Ama aslında ruhumuzun en sessiz, en dirençli yönünü karşılar. İstenç, sabrın adı, kararlılığın özü, uzun vadeli yönelişin sesidir. İstek anlık bir rüzgarsa, istenç pusuladır. İstek hevesle coşar ama çabuk söner; istenç sessizdir ama köklüdür.

Bugün çağımızın en büyük yanılsaması tam da burada yatıyor: İsteği yüceltip istenci küçümsemek.

Hayat, insanı isteklerin kuşatması altına aldı. Reklamlar, sosyal medya akışları, mağaza vitrinleri, kampanyalar… Her biri yeni bir istek uyandırıyor. Daha yeni telefon, daha şık kıyafet, daha cazip tatil… Ama her biri hızla eskimeye mahkum. Artık isteklerin ömrü mevsimlerle değil, günlerle ölçülüyor. Dün göz kamaştıran şey bugün sıradanlaşıyor.

Bu döngü insanı sürekli daha fazlasını aramaya, ama hiçbirinde kök salamamaya mahkum ediyor. Sonuç: doyumsuzluk.

Nitekim Dünya Sağlık Örgütü’nün son raporlarına göre, modern şehirlerde depresyon oranı her yıl yükseliyor. İnsanların tüketim alışkanlıkları, mutluluk düzeyleriyle ters orantılı seyrediyor. Daha fazla isteyen toplumlar, daha az tatmin oluyor.

Oysa istencin doğası farklıdır. Moda değişimlerinden etkilenmez, reklamların parıltısına kulak asmaz. İstenç, insanın “benim yolum budur” dediği yerdir. Yüzlerce seçenek arasından birini seçip sabırla sürdürmektir.

Bugün gençler tam da bu ikilemde boğuluyor. Ellerinde sınırsız imkan var: binlerce video, yüzlerce tavsiye, sayısız kariyer seçeneği… Ama çoğu derinleşemiyor. Çünkü hevesle başlayan yolculuk, istencin eşlik etmediği yerde dağılmaya mahkumdur.

Bireysel düzeydeki bu kırılganlık, toplumsal düzeye de yansıyor. Toplumların kaderi isteklerinin bolluğuyla değil, istencinin gücüyle belirlenir.

Cumhuriyet’in kuruluşunu düşünelim. Kurtuluş Savaşı bir istekle mi kazanıldı? Hayır. Eğer yalnızca “özgürlük istiyoruz” demek yetseydi, Anadolu işgal altındayken bu söz bin kere söylenirdi. Zaferi mümkün kılan, yıllara yayılan sabır, ağır bedellere rağmen vazgeçmeyen istencin direnciydi.

Dünya tarihinden örnek verelim: Gandhi’nin Hindistan’ı bağımsızlığa götüren mücadelesi, Mandela’nın Güney Afrika’da 27 yıl hapis yattıktan sonra ülkesini değiştiren iradesi… Bunlar birer istek değildi; bunlar istençti. Çünkü heves ilk zorlukta dağılır, istenç en ağır zorlukta bile yolundan dönmez.

Bugünün Türkiye’sine bakalım. Neden birçok proje coşkulu bir başlangıç yapıyor da birkaç yıl sonra unutuluyor? Neden büyük sloganlar atılıyor ama çoğu zaman karşılığı gelmiyor? Çünkü istek var, ama istenç yok. İstek, bir toplumu kısa süreli coşturur; istencin yokluğu o toplumu uzun vadede yorgun düşürür.

Kültürel mirasımız, bu ayrımı asırlar öncesinden dile getirmiştir. Tasavvuf geleneğinde nefis sürekli ister: daha çok yemek, daha çok mal, daha çok övgü. Ama mürşitler nefsi terbiye etmeyi, istencin eğitimi olarak görmüştür. İnsan her isteğini karşılayarak büyümez; sınır koyarak olgunlaşır.

Bir dervişin her sabah aynı vakitte dergaha oturması, bir talebenin yılmadan dersine dönmesi, bir çiftçinin sabırla toprağı işlemesi… Bunlar gösterişli değildir ama istencin en saf örnekleridir.

Modern psikoloji de bu kadim bilgeliği doğruluyor. “Stanford Marshmallow Testi”ni hatırlayalım: Çocuklara önlerine konan şekeri hemen yeme ya da biraz bekleyerek iki şeker alma seçeneği verildi. Beklemeyi başaran çocukların ileriki hayatlarında daha başarılı, daha dirençli oldukları görüldü. Araştırma, anlık tatmine boyun eğmeyen istencin, hayatı nasıl şekillendirdiğini gösterdi.

Bugün psikoterapiler de aynı şeyi söylüyor: Sağlıklı ruh hali, arzulara teslimiyetle değil, değerlere sadakatle ölçülüyor. Arzular dağınıklık getirir; istenç bütünlük sağlar.

İstek gürültücüdür. Bağırır, acele eder, sabırsızdır. İstenç görünmezdir, sessizdir, ama derinlerde kök salmıştır. Bir sanatçının her gün tuvalin başına oturup saatlerce küçük bir ayrıntıyla uğraşması, işte istencin zaferidir. Dışarıdan bakana sıkıcı bir tekrar gibi görünür ama büyük eserler o sessiz tekrarların toplamıdır.

Bugün spor salonlarının Ocak ayındaki kalabalığını düşün. Herkes yıl başında forma girmek ister. Ama birkaç hafta sonra salonlar boşalır. Çünkü isteğin enerjisi kısa sürelidir. İstencin yokluğu insanı yarı yolda bırakır. Gerçek fark, coşkunun bittiği yerde ortaya çıkar. Soğuk bir kış sabahında hiçbir hevesi yokken koşuya çıkan, dersine oturan, işine koyulan kişi… İşte istencin zaferi budur.

Peki, biz ne yapacağız? Çözüm basit ama köklü: Hayatını isteklere göre değil, istencine göre kur.

Sabah erken kalkmak bir istençtir.

Başladığını bitirmek bir istençtir.

Sözünde durmak bir istençtir.

Bir toplumu ayağa kaldırmak, büyük bir vizyonu gerçekleştirmek de istekle değil, istencin sabrıyla olur.

Her gün kendine şu soruyu sor: Benim yolum ne? Ve o yolda, hevesin bittiği yerde bile yürümeye devam et. Çünkü işte o an, gerçek değişim başlar.

İstekler göz alıcıdır ama çabuk söner. İstenç sessizdir ama kalıcıdır. Bugünün dünyası sürekli “Ne istiyorsan yap!” sloganıyla dolu. Oysa bu özgürlük değil, köleliktir. İsteklerin oyuncağı olan insan özgür değildir.

Gerçek özgürlük, isteklerini istencinin hizmetine sokabilmektir.

Bizi biz yapan, hangi tarafta kök saldığımızdır. Parlak heveslerin kısa ömürlü ışığını mı takip edeceğiz, yoksa istencin sessiz ama kalıcı akışına mı güveneceğiz?

Tarih, birey, toplum ve insanlık için yanıt aynı: İstek gölge bırakır, istenç iz bırakır. İnsan hangi izi taşımayı seçerse, hikayesi de öyle yazılır.