Bir milletin kaderi bazen bir bedenin içinde uyanır.
Ve o beden bir gün ölür; fakat o uyanış, bir daha asla uyumaz.
10 Kasım, Türkiye’de yasın yıldönümü değildir.
Çünkü o gün bir insan gitti ama düşünerek var olma iradesi bu topraklara kök saldı.
Bugün yalnızca Atatürk’ü anmak değildir.
Kendimize sormaktır: Biz hala düşünebiliyor muyuz?
Hala aklı, vicdanla birleştirebiliyor muyuz?
Yoksa, “Atatürkçü görünerek düşünmemeyi öğrenen” bir toplum mu olduk?
Mustafa Kemal, bir askerdi. Ama ondan çok daha fazlasıydı: insan aklının kendi kaderini belirleme cesaretinin ete kemiğe bürünmüş hali.
O, bir ideoloji değil; düşünme biçimidir.
Bu yüzden onun mücadelesi, yalnızca emperyalizme karşı değil, aynı zamanda kendi içimizdeki tembelliğe karşıydı.
Atatürk’ün gerçek zaferi, savaş meydanlarında değil; zihinde kazandığı savaştadır.
O, “Kurtuluş”u toprağın değil, aklın bağımsızlığı olarak tanımladı.
Bağımsızlık, onun dilinde bir sınır değildi.
Çünkü insan, düşüncesini kiraya verdiği anda köleleşir.
Bugün onun “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü ezbere tekrarlanıyor ama özü unutuluyor.
O cümle, sadece bilimi övmek için değil, dogmanın her türüne karşı bir başkaldırı olarak söylendi.
Düşünmeden inanmanın, sorgulamadan bağlanmanın, ezberle hareket etmenin reddiyesiydi o söz.
Atatürk, aklı Tanrı’dan çalan değil, ona yaklaşmak için kullanan bir insandı.
O, insanın kendi yaratılışına duyduğu saygıyı yeniden inşa etti.
“İnsanı yücelten şey, kaderine teslimiyeti değil; kaderine müdahale etme iradesidir,” diyordu adeta.
10 Kasım 1938, zamanın insan iradesine yenildiği gündür.
Çünkü zaman, bedenleri öldürür; ama düşünceye işlemez.
O gün Dolmabahçe’de bir saat durdu, ama bir millet o andan itibaren başka bir ritimle atmaya başladı.
O ritim, bir dogma değil; uyanık kalma refleksidir.
Atatürk’ü anlamak, tapınmak değil; onun kadar uyanık olmaktır.
Bugün o refleksin zayıfladığını hissediyoruz.
Cumhuriyet’in çocukları, aklın yerini sloganla doldurdukça o bilincin nabzı yavaşlıyor.
Atatürk’ün en büyük düşmanı “düşman” değil, “unutkanlık”tı.
Bir milleti öldüren, cehalet değil; düşünmeyi bırakmasıdır.
Bu yüzden onun mirası bir bayrak değil, bir uyarıdır:
“Uyanık kal, çünkü tarih, uyuyanları affetmez.”
Cumhuriyet, Atatürk’ün siyasal projesi değildir.
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü sadece bir anayasa maddesi değildir.
İnsanın insana kulluğunu reddeden en insancıl çağrıdır.
O çağrı, yalnız devlet biçimini değil, insanın iç dünyasını da değiştirmeyi hedefliyor.
Çünkü kölelik yalnızca zincirlerle değil, zihinlerle olur.
Ve o zincirleri kırmak için savaş değil; cesaret gerekir.
Bugün o cesaret eksik.
Çünkü Cumhuriyet’in çocukları, özgürlüğü “imkan” zannetti.
Oysa Atatürk’ün Cumhuriyet’i bir konfor alanı değil; bir sorumluluk alanıydı.
Cumhuriyet, seni rahat ettirmek için değil, seni sorumlu kılmak için vardır.
Laiklik, dinin reddi değil; vicdanın özgürleşmesidir.
Atatürk’ün laiklik anlayışı, Tanrı’ya değil, insanın Tanrı’yla ilişkisinin sömürülmesine karşıydı.
O, dine düşman değil; dinin ticaretine karşıydı.
Bugün bu fark çoğu zaman kasıtlı olarak unutturuluyor.
Laiklik, ne dinsizliktir ne seküler putperestlik.
Laiklik, insanın kendi inancına kendi aklıyla ulaşma hakkıdır.
O yüzden laiklik, bu topraklarda bir özgürlük değil, bir zarurettir.
Atatürk, dinin özünü değil, dogmanın gölgesini yıktı.
Çünkü biliyordu: inanç, korkuyla değil, bilinçle yaşanırsa ahlaka dönüşür.
Laiklik, tam da bu ahlakın garantisidir.
Bugün Atatürkçülük, bir resim çerçevesine sıkışmış durumda.
Her yıl aynı nutuklar, aynı klişeler, aynı hamaset…
Ama soralım: Atatürk yaşasaydı, bugün kendini tekrar eden bir toplumdan mı yana olurdu?
O, her zaman ikinci yolu seçti.
O yüzden gerçek Atatürkçülük, onun yaptıklarını taklit etmek değil, onun yaptığı gibi düşünmektir.
Düşünmek; yani kuşku duymak, sorgulamak, değiştirmek.
Bugün Atatürkçü olmak, bir fotoğraf taşımak değil; karar alırken, yazarken, üretirken “bilinçle” davranmaktır.
Bir mühendis için Atatürkçülük, aklı teknolojiyle buluşturmaktır.
Bir öğretmen için Atatürkçülük, ezber değil merak uyandırmaktır.
Bir siyasetçi için Atatürkçülük, halkı oyalamak değil, halkı aydınlatmaktır.
Atatürkçülük, bir kimlik değil; bir süreçtir.
Ve o süreç, her kuşakta yeniden yazılmak zorundadır.
Yoksa, heykeller parlar ama fikirler solar.
O ülke, hala orada.
Atatürk’ün hayalini kurduğu, aklın rehber olduğu, vicdanın pusula olduğu ülke.
Ama biz oradan uzaklaştık.
Kavgalar, kutuplaşmalar, kimlik savaşları arasında o ülkeye giden yolu unuttuk.
Atatürk’ün vizyonu bir harita değil, bir yön duygusuydu.
O yön, doğuya da batıya da bakmazdı; ileriye bakardı.
Ama biz “ileri” kavramını yön değil, taraf zannettik.
Bu yüzden bugünün Türkiye’si, onun ülkesine dönmeyi değil, ona benzeyen bir illüzyon kurmayı tercih etti.
Gerçek şu: Atatürk, sadece Türkiye’nin değil, insanlığın ortak deneyidir.
O, “nasıl yönetelim” sorusunun değil, “nasıl insan kalalım” sorusunun cevabıdır.
Bugün onun adını her yere yazıyoruz, ama düşüncesini her yerden siliyoruz.
Oysa o, adının değil, düşüncesinin yaşaması gerektiğini söylemişti:
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
O, bir çağın şartlarına değil, insan aklının evrensel yasalarına dayanıyordu.
O yüzden düşüncesi eskimez.
Çünkü akıl, hiçbir çağın malı değildir.
Bugün bizden beklenen, Atatürk’ü yeniden “tarihe” değil, “geleceğe” yerleştirmektir.
Yani onu bir anma nesnesi değil, bir eylem rehberi olarak görmek.
Eğer o bilinci taşımıyorsak, 10 Kasım bir matem değil, bir ihanet gününe dönüşür.
Atatürk’ün bize bıraktığı en büyük miras, “nasıl ölünür” değil, “nasıl yaşanır” dersidir.
Onun hayatı, bir insanın kendi çağını nasıl aşabileceğinin kanıtıdır.
O yüzden her 10 Kasım’da asıl sorumuz şu olmalı:
Biz, kendi çağımızı aşmaya hazır mıyız?
Atatürk, ölümsüzlük iddiasında bulunmadı.
Ama ölümsüz bir uyanıklık tohumu ekti.
Bugün o tohumun filizlenip filizlenmediğini görmek için aynaya bakmamız yeterli.
Bu topraklar, düşünceyi kaybettiğinde geriler, vicdanı kaybettiğinde çöker.
Atatürk, hem aklı hem vicdanı aynı cümlede tutmayı başaran tek liderdir.
O yüzden onun adı, yalnız bir isim değil, bir denge noktasıdır.
10 Kasım’da susmak değil, düşünmek gerekir.
Çünkü susmak, Atatürk’ü anmak değil, onu unutmaktır.
Onu anlamak, heykeline değil, ufkuna bakmaktır.
Onu yaşatmak, ceketine rozet takmak değil, zihnine soru sormaktır.
Bugün o soruların zamanı geldi:
“Biz hala aklı rehber ediniyor muyuz?”
“Cumhuriyet bize bir kimlik mi verdi, yoksa bir görev mi yükledi?”
“Ve biz o görevi gerçekten taşıyor muyuz?”
Atatürk’ü anlamak, geçmişi yüceltmek değil; geleceği inşa etmektir.
O, bir dönem insanı değil; insan olmanın dönemini açan kişidir.
Bugün onu anlamak, onun gibi düşünmekle başlar.
Soru sormakla, risk almakla, değişmekle…
Her yıl aynı saatte duran o saat, aslında bize bir şeyi hatırlatır:
Zaman, aklını kullanan insan karşısında çaresizdir.
Mustafa Kemal Atatürk, bu çağın değil, her çağın insanıdır.
Çünkü o, yalnız bir ülkeyi değil, insan aklını özgürleştirdi.
Ve özgürleşmiş akıl, artık hiçbir zincire sığmaz.
Bugün Türkiye’nin önünde iki seçenek var:
Ya düşünmeyi terk edip geçmişin gölgesinde yaşamak ya da Atatürk gibi düşünerek kendi geleceğini yeniden inşa etmek.
Bu yüzden 10 Kasım, bir “veda” değil; her defasında yeniden başlayan bir “uyanış”tır.
Ve biz, her 10 Kasım sabahı o bilince dönüyorsak,
Atatürk ölmemiştir.




Çok güzel bir yazı olmuş.
Herşeye değinmiş
Çok açık ve net bir şekilde Atatürk ün kim olduğunu anlatmış.
Daha ne diyeyim
Yüreğine kalemine sağlık Mesut bey.