olaygazetecilik @ hotmail.com

Bir toplumun aynası, sokaklarında yankılanan kelimeleridir. Eğer bugün bu ülkenin sokaklarına kulak verirseniz, bir kelimenin sürekli tekrarlandığını işitirsiniz: “Allah.” Kahvehanelerde, pazarlarda, siyasi kürsülerde, televizyon ekranlarında, sosyal medyanın hızlı akan nehirlerinde… Herkesin dilinde aynı kelime. Dudaklardan düşmüyor. Sanki toplumun dili bir zikrullah fabrikasına dönmüş, ama kalpleri boş depolar halinde.

İroniden öte, bu düpedüz bir trajedi. Çünkü Allah’ın ismi dudaktan değil, hayattan düşmemeliydi. Oysa biz tam tersini yaptık: Dudaklarımızda çoğalttık, hayatımızdan çıkardık. Kelimenin sesini büyüttük, hakikatini küçülttük.

Bugün geldiğimiz nokta net: Allah demek kolay, Allah ile yaşamak zor. Biz kolay olanı seçtik.

Kelime hafiftir. Dudaktan çıkar, havaya karışır. Bedeli yoktur. Ama hakikat ağırdır. Hakikat, insanın konforunu bozar, menfaatlerini zorlar, bedel ödetir. Çıkar ile hakikat çatıştığında, hakikati seçmek cesaret ister.

Bizim coğrafyada kelimenin hafifliğine sığınıp hakikatin ağırlığından kaçmak alışkanlık oldu. “Allah büyüktür” dedik ama büyüklüğüne yaraşır bir adalet göstermedik. “Allah affedicidir” dedik ama küçük bir hatayı affedemedik. “Allah her şeyi görür” dedik ama sanki görmüyormuş gibi yaşadık.

Sonuç: Dil öne geçti, iman geri düştü. Kelimeler çoğaldı, hakikat azaldı.

Dini kelimeler hakikatin taşıyıcısı olmaktan çıkıp sosyal aksesuar haline geldi.

Siyasetçi kürsüde “Allah” diyor, oy devşirmek için.

Esnaf dükkanına “Allah bereket versin” yazıyor, ama malına kusur koymaktan çekinmiyor.

Sosyal medya kullanıcısı profilinde “Allah” yazıyor, ama günlük hayatında en küçük erdemi taşımıyor.

“Allah” kelimesi hakikatin sesi değil, rolün dekoru oldu. Gösterişin dini, hakikatin dinini bastırıyor.

Bu yeni din, gösterişin dini, samimiyetin ölümüdür.

Psikoloji buna “sözle telafi” der. İnsan yapmadığını söyleyerek vicdanını susturur. Biz de tam bunu yapıyoruz. Allah’ın ismini tekrar ederek, yapmadığımız adaleti, göstermediğimiz merhameti, yaşamadığımız dürüstlüğü kapatıyoruz.

Ama vicdan unutmaz. Kalp bilir. İnsan kendini kandırabilir ama hakikat sessizce bekler. Ve en büyük yalan, başkasına değil, insana kendisine söylediği yalandır.

Toplum olarak bu yalanın içine yerleştik.

Gelin çıplak tabloya bakalım:

Siyaset: Liderler kürsülerde sürekli Allah’ın adını anıyor. Ama KONDA’nın 2024 araştırmasına göre adalet sistemine güven oranı yüzde 28. Halkın çoğu adaletin güçlüye işlediğine inanıyor.

Ekonomi: Esnaf müşterisini “Allah bereket versin” diye uğurluyor. Ama Ticaret Bakanlığı verilerine göre her yıl yüz binin üzerinde tüketici şikayeti geliyor; gizlenmiş kusurlar, hileli satışlar bitmiyor.

Aile: Çocuklara Allah sevgisi öğretiliyor. Ama aynı çocuklar evde öfke, kıskançlık ve şiddete şahit oluyor. Aile içi şiddet davaları son on yılda katlanarak arttı.

Eğitim: Öğrencilere “Allah için çalış” deniyor. Ama liyakat yerine torpilin egemen olduğu bir düzen, gençlerin umudunu kırıyor. Gençlerin yüzde 70’i yurt dışında yaşamak istiyor.

Medya: Diziler ve reklamlar kutsal kelimeleri süs gibi kullanıyor. Ama değer taşımıyor.

İşte bu tablo: Dillerde Allah var, hayatta Allah yok.

Tarih bu çelişkinin sonuçlarını defalarca gösterdi.

Ortaçağ Avrupa’sı: Kiliseler Tanrı’dan bahsetmekten yorulmadı. Ama yolsuzluk ve çıkar ilişkileriyle çürüdüler. Halk dini kelimelere güvenini yitirdi. Reformlar ve devrimler işte bu kırılmanın ardından geldi.

Osmanlı’nın son dönemi: Dillerde Allah’ın adı vardı. Ama adalet çökmüş, liyakat yok olmuş, kayırmacılık egemen olmuştu. Çürüme, imparatorluğun çöküşünü hızlandırdı.

Tarih bize şunu söylüyor: Allah’ın adı çok söylendiğinde değil, çok yaşandığında toplumlar ayakta kalır.

Eğer çıkış yolu arıyorsak, üç anahtarı elimize almalıyız:

Vicdan: Kelimeyi davranışa bağlayan köprüdür. Vicdan yoksa kelime kuru bir gürültüye dönüşür.

Alçakgönüllülük: Çok Allah deyip az yaşayan insan kibir üretir. Gerçek iman insanı küçültür, başkasını yüceltir.

Feyz: Kelimenin bereketidir. Dilden kalbe, kalpten hayata akmadıkça kelime kuru kalır. Feyz, kelimenin ruhunu taşır.

Bugün dilimizde kelime çok, ama bu üç unsur eksik.

En çok ihtiyacımız olan şey: Samimiyet çağı.

Samimiyet çağı büyük sloganlarla başlamaz. Küçük ama sahici adımlarla başlar. Bir esnafın müşterisine dürüst davranmasıyla. Bir annenin çocuğuna adalet öğretmesiyle. Bir öğretmenin öğrencisine vicdan aşılamasıyla.

Samimiyet çağı az konuşup çok yaşamaktır. Gösterişten uzak, özü güçlü olmaktır. Kelimenin yükünü taşımaktır.

Bu çelişki yalnızca bireysel bir zaaf değil; bir medeniyet krizidir.

Adalet yoksa, toplumun ortak zemini çöker.

Dürüstlük yoksa, ekonomi güvenini kaybeder.

Merhamet yoksa, kültür çoraklaşır.

Bir toplumun geleceği, kutsal kelimeleri ne kadar çok söylediğiyle değil, ne kadar çok yaşadığıyla belirlenir.

Çözüm basit, ama zor: Kelimenin yükünü taşımak.

Bireysel düzeyde: Dilin söylediğini davranışına yansıt.

Toplumsal düzeyde: Kurumlar kutsal isimleri slogan değil, değer taşıyıcısı yapsın.

Kültürel düzeyde: Sanat, medya, edebiyat kutsal kelimeleri süs değil, hakikatin sesi haline getirsin.

Değişim devrimlerle değil, küçük sahici adımlarla başlar.

Bugün dilimizde dolaşan Allah kelimesiyle hayatımızdaki hakikat arasındaki uçurum, en büyük yaradır. Eğer bu yarayı kapatamazsak, kelimeler bizi kurtaramaz.

Allah’ın adı dudakta değil, hayatta yankılandığında anlam kazanır.

Ve işte en kritik hakikat:

Mesele söylemekte değil; yaşamaktadır.

Ya söylediğin gibi yaşa, ya da yaşamadığını söylemekten vazgeç. Çünkü kelimeyi hafife almak, hakikati hafife almaktır. Ve hakikat, hafife alınmayı kaldırmaz.