olaygazetecilik @ hotmail.com

Sinema  perdesinde bu hafta izlediğim  iki yapım, modern insanın hem varoluşsal çıkmazını hem de kaybettiği naifliği aynı anda sorgulatıyor. Bu filmlerden ilki, Haluk Bilginer'in canlandırdığı karakterin bir sanat galerisinde, soyut bir eserin karşısında durduğu sahneyle zihinlere kazınıyor. Zenginliğin konforlu ama boğucu kafesinde sıkışmış, hayatının rotasını kaybetmiş karakterin ağzından çıkan "İnsanın nereye gittiğini bilmemenin özgürlüğünü hissettiriyor" repliği, modern insanın en büyük ikilemini özetliyor. Bu film, salt bir iyilik hikayesi olmaktan çıkıp, Bilginer'in performansıyla konforlu sıkışmışlık ile hayatın anlamını kaybetmenin getirdiği acı verici özgürlüğün ağırlığı arasındaki ince çizgiyi vurguluyor.

Diğer yandan, haftanın dikkat çekici yapımlarından "Bak Postacı Geliyor", bizi 1950'lerin sonuna, Muğla'nın sıcacık bir Ege kasabasına, kayıp bir romantizmin peşine düşüren samimi bir yolculuğa çıkarıyor. Filmin en güçlü yanı, 1950'ler Ege'sinin kasaba dokusunu ve naif iletişim dilini başarıyla yansıtması. Postacı Osman karakteri, aşkın dijitalleşmediği, duygunun filtrelenmediği bir dönemin son kahramanı olarak konumlanıyor. Osman'ın taşıdığı mektuplar, günümüzün "emoji aşkları" çağında izleyiciye unutulmuş bir romantizmi, sözcüklerin ve bekleyişin değerini hatırlatıyor.

Bir yanda "nereye gittiğini bilmemenin özgürlüğünü" sorgulayan, ağır ve felsefi bir yüzleşme; diğer yanda ise nereye gittiğini bilse de duygularını mektuplarla mühürleyen, naif bir kaçış... Bu iki film, modern insanın kopuşunu farklı açılardan ele alıyor. İlk film bizi kendi varoluşumuzun karmaşık labirentine hapsederken, ikinci film bizi unuttuğumuz, daha basit, daha samimi ve daha insanî bir döneme götürüyor. Sinema, tam da bu yüzden güçlü bir sanattır; hem en derin endişelerimize ayna tutar hem de bize unuttuğumuz güzellikleri hatırlatır.

Sevgi ve Sağlıcakla kalın …