olaygazetecilik @ hotmail.com

 

İnsanın hayatında en sık duyduğu kelimelerden biridir: “Mecburum.”

Bazen sabah karanlığında alarm çaldığında, bazen faturaların son ödeme tarihi yaklaştığında, bazen de çocuğunun gözlerinin içine bakarken. Hepimizin diline yapışmış, omzuna yüklenmiş bir kelimedir: “Zorunda olmak.”

 

Bu kelime çoğu zaman bir esaret gibi duyulur. Sanki zincirle bağlanmışız, sanki özgürlüğümüz elimizden alınmış. Oysa mesele tam tersidir: “zorunda olmak”, insanın gerçek özgürlüğünün kapısını açan kelimedir. Çünkü hayatı taşıyan, bizi inşa eden, anlamı yaratan şeyler, genellikle tam da mecbur kaldığımız şeylerdir.

 

Çağımız özgürlüğü putlaştırıyor. İnsan, istediğini yapabilmeyi, sınırsız seçim hakkını en büyük erdem sayıyor. Fakat dikkat edin: Hayatımızı belirleyen şeyler tercihlerimiz değil, mecburiyetlerimizdir. Doğarken ailemizi seçmiyoruz, dilimizi seçmiyoruz, ülkemizi seçmiyoruz. Dünyaya gelirken önümüze konulan bir başlangıç paketi var. Bu paket bize verilen çerçeve, zorunlulukların zeminidir. Biz özgürlüğümüzü o çerçevenin içinde buluyoruz.

 

Bugün gençlerin çoğu, “hiçbir şey yapmak zorunda olmadığım bir hayat” hayali kuruyor. Bu kulağa özgürlük gibi geliyor, ama aslında en büyük köleliktir. Çünkü hiçbir şeye mecbur olmayan bir insan, hiçbir şeyin anlamını da hissedemez. Zorunluluk, insanı sıkıştıran değil, yön veren bir kuvvettir. Bunu kavramayan, konfor arayışında boğulur. Sonsuz seçeneğin ortasında savrulur, kendi hayatının bile misafiri olur.

 

Hepimiz günlük hayatta şikayet ederek taşıyoruz bazı yükleri. İşe gitmek zorundayız, ders çalışmak zorundayız, kurallara uymak zorundayız. Yükler ağır, bazen sırtımızda taş gibi. Ama dikkat edin: O taş bizi ezmiyor aslında, bizi diri tutuyor. Çalışmak zorunda olduğumuz için öğreniyoruz, kurallara uymak zorunda olduğumuz için birlikte yaşayabiliyoruz, sorumluluklarımız olduğu için kimlik kazanıyoruz.

 

Bir anne, çocuğunu büyütmek zorunda olduğu için hayata tutunur. Bir millet, var olmak zorunda olduğu için tarih sahnesinde kalır. Bir öğrenci, ders çalışmak zorunda olduğu için kendi potansiyelini keşfeder. Yani hayatın omuzlarımıza bıraktığı yükler, bizi ezen zincirler değil, ayakta tutan direklerdir.

 

Kriz anlarında bunu daha iyi görürüz. Depremde çocuğunu kurtarmak zorunda olan baba düşünmez, koşar. Hastalıkla savaşmak zorunda olan anne tereddüt etmez, direnir. Savaşta var olmak zorunda olan millet olağanüstü güçler üretir. Bu yüzden “zorunluluk”, aslında insanın iç motorudur. Mecburiyet, en karanlık anlarda bile harekete geçiren enerjiye dönüşür.

 

Bir toplumun düzeni, bireylerin keyifleriyle değil, paylaştıkları zorunluluklarla ayakta kalır. Vergi vermek zorundayız, çünkü ortak faydanın başka yolu yoktur. Trafik kurallarına uymak zorundayız, aksi kaostur. Çocuklarımızı eğitmek zorundayız, aksi gelecek yokluğudur.

 

Ama burada kritik bir ayrım vardır: Zorunluluk dışarıdan dayatıldığında baskı, içeriden benimsendiğinde onurdur. Bir askerin disipline mecburiyeti, onun gururuna dönüşebilir. Bir vatandaşın ödediği vergi, sadece bir kesinti değil, ortak geleceğe yatırımı olabilir.

 

İşte toplumların asıl meselesi budur: Zorunlulukları angarya gibi dayatmak mı, yoksa onları ortak bilinçle içselleştirmek mi? Çünkü insan, kendi rızasıyla omuzladığında mecburiyet yük olmaktan çıkar, aidiyet olur.

 

Bugünün gençleri, belki de tarihin en geniş seçeneklerine sahip kuşağı. Önlerinde binlerce yol, sınırsız ihtimal, yüzlerce ihtisas alanı. Fakat tam da bu yüzden bir yanılsamanın içindeler: “Her şey mümkünse hiçbir şey zorunlu değildir.”

 

Oysa gerçek tam tersi. Ne kadar çok seçenek varsa, o kadar çok disipline ihtiyaç var. Çünkü hayat, seçimleri değil, zorunlulukları merkeze alarak kuruluyor. Hiçbir şey yapmak zorunda olmadığını düşünen bir genç, kısa vadede rahat eder ama uzun vadede boşlukta savrulur. Çünkü anlam, tam da zorunda olduklarımızın içinde gizlidir. Ders çalışmanın zorunluluğu, bilgiye; çalışmanın zorunluluğu, kimliğe; sorumluluk almanın zorunluluğu, olgunluğa kapı açar.

 

Bir genç için en büyük tuzak, zorunluluklardan kaçmaktır. Çünkü kaçtıkça kendinden kaçmış olur. Özgürlüğün en hakiki hali, zorunlulukların içinden yükselir. Tıpkı toprağın baskısı altında filizlenen tohum gibi.

 

Viktor Frankl, toplama kampında her şeyini kaybetmişken bile bir şeyi muhafaza etti: Tavrını seçme özgürlüğünü. Zorunlulukları ortadan kaldıramayız. Fakat onlara karşı takındığımız tavır elimizdedir. İşte insanı özgür kılan da budur.

 

Gerçek özgürlük, sınırsız seçenekler arasında dolaşmak değil, seçemediğimiz şeylerin içinde tavrımızı belirleyebilmektir. Özgürlük, çerçevesiz bir boşluk değil; zorunlulukların içinde anlamlı bir yön bulabilmektir. Sonsuz özgürlük bir yanılsamadır; sınırlı çerçeveler içindeki bilinçli duruş ise gerçek özgürlüktür.

 

Hayat bize sürekli sorular sorar:

“Bu yükü taşıyacak mısın?”

“Bu zorunluluğu sırtlanacak mısın?”

“Bu sorumluluğu kabul edecek misin?”

 

İnsan olmanın şerefini belirleyen de bu sorulara verilen cevaplardır. Kimi kaçar, kimi erteler, kimi bahaneler bulur. Ama hayat kimseyi beklemez. Zorunluluklardan kaçan, bir süre sonra onların daha ağır biçimde kapıya dayandığını görür. Oysa onları zamanında karşılayan, yükün altında ezilmek yerine yükle birlikte büyür.

 

Zorunluluk, aslında hayatın bize sunduğu bir teklif gibidir. Kabul edersen yol açılır, reddedersen yol kapanır. Ve çoğu kez, reddettiğimiz her zorunluluk, ileride pişmanlık olarak geri döner. Kabul ettiğimiz zorunluluklar ise karakterimize tuğla tuğla güç katar.

 

Bugün hayat sana hangi zorunlulukları dayatıyor? Sabah işe kalkmak mı, çocuğuna bakmak mı, ders çalışmak mı, ülkenin yükünü omuzlamak mı? Onlara nasıl bakıyorsun? Zincir mi görüyorsun, yoksa yol gösterici mi?

 

Mecburiyet, seni köleleştiren değil, seni insan yapan şeydir. Çünkü gerçek özgürlük, seçemediğin şeylerin içinde onurlu bir seçim yapabilme gücüdür.

 

Hayat, “mecburum” kelimesini sana bir esaret değil, bir pusula olarak sunuyor. Onu zincir gibi taşıyan da sen olacaksın, yol gösterici gibi kullanan da.

 

İşte tam da bu yüzden, “zorunda olmak”, aslında insan olmanın diğer adıdır.