olaygazetecilik @ hotmail.com

"Felç her zaman kaslarda başlamaz. Bazen iradede başlar. Ve en sessizi, en kalıcısı odur."

 

Sabah oluyor.

Ama senin için değil.

Gözlerin açılıyor, ama içindeki karanlık aynı yerde duruyor.

Yataktan kalkıyorsun; vücut harekete geçiyor ama ruh yorganın katlarında kalmış gibi.

Kahve hazırlanıyor, bildirimler akıyor, ekranlar parlıyor.

Ama içeride hala cevapsız bir cümle yankılanıyor:

 “Yine bir gün başlıyor… Ama neden?”

Ve o “neden” sorusu gün geçtikçe silikleşiyor.

Soru olmaktan çıkıyor.

Bir çöküşün sloganına dönüşüyor.

Bu hal bir yaşam değil.

Bu sadece “yaşıyor gibi yapmak.”

Dışarıdan her şey normal:

Caddeler kalabalık, ofisler dolu, kafeler tıklım tıklım.

Ama içeriden bakınca tablo değişiyor.

Gözlerde ışık yok.

Sohbetler sığ.

İnsanlar konuşuyor ama birbirine temas etmiyor.

Bugünün insanı:

Düşünebilen ama düşünmeyen,

Hissedebilen ama hissetmeyen,

Yapabilecek olan ama yapmayan bir varlığa dönüştü.

Zihinler çalışıyor ama karar veremiyor.

Ekranlar aktif, ruhlar pasif.

Her şey hareketli ama yönsüz.

 

2025 tarihli McKinsey Gençlik Raporu’na göre:

Gençlerin %68’i kendini üretken hissetmiyor.

Her 4 gençten 3’ü duygusal olarak yalnız.

Ancak bu yalnızlık bağırarak değil, susarak anlatılıyor.

Bugünün sessizliği, bir sinyal değil.

Bir dil.

Ve bu dilin kelimesi yok.

 

Yalnızca yazılımlar güncelleme almaz.

İnsan da kendini güncellemediğinde takılır, donar, çürür.

Sürüm düşüklüğü, cihazda olduğu gibi görünmez.

İnsanda daha tehlikelidir; çünkü alışkanlıkla maske takar.

Ajandalar dolu ama amaçlar flu.

Toplantılar yoğun ama ruh bomboş.

Gülümsüyorsun ama iç ses susmuş.

Karar alıyorsun ama adım atmıyorsun.

Bu, otomatik pilotta yaşamak değil;

Bu, yaşamı taklit etmek.

 

Geçenlerde bir trende bir adam gördüm.

Takım elbisesi temiz, telefonu son model, duruşu kontrollü.

Ama gözlerinde hiçbir kıvılcım yoktu.

Sanki şehir onun içinden geçiyordu ama o şehirde yoktu.

Yüzü çığlık atıyor ama sesi çıkmıyordu.

Bir yerde durmuş, bir yerde unutulmuş gibiydi.

Pasaportunda damgalar vardı belki ama kendi ülkesine dönememişti.

Kimliğini kaybetmemişti ama kendini de bulamıyordu.

O adam belki hepimizdik.

 

Yalnızlık, yoksulluk, cehalet…

Evet hepsi önemli.

Ama günümüzün en büyük krizi:

Kişinin kendine yabancılaşması.

İnsan artık kendi iç sistemine bağlanamıyor.

Kendi iç yazılımını okuyamıyor.

Dışarıya dair her şeyi güncelliyoruz; ama kendimize dair her şeyi erteliyoruz.

Hayaller erteleniyor çünkü “mantıklı değil”.

İlişkiler, bağ kurmak için değil; algoritmaya uyum sağlamak için kuruluyor.

Başarı, anlamla değil; izlenmeyle ölçülüyor.

Ve insan, fark etmeden kendini iptal ediyor.

Her şeyin ortasında hala bir "sen" var.

Pas tutmuş, biraz unutulmuş, biraz yorulmuş…

Ama hala var.

 

Ve her geri dönüş, bir fark edişle başlar.

“Ben fark ediyorum.”

“Ben hatırlıyorum.”

“Ben artık yaşıyor gibi yapmayacağım.”

 

Asıl felç, yürüyebileceğini bildiğin halde yerinden kalkmamaktır.

Asıl çürüme, hala hissedebileceğini bilip susmaktır.

Ve bazen sadece bir cümle, bir çıkış noktası olur:

“Yeter artık.”

İşte bu, ayağa kalkmaktır.

Bu hal, yaşamak değil.

Ama bu halden çıkmak mümkün.

Ve bazen sadece bir adım, tüm sistemi yeniden başlatır.

 

Yazının başındaki o çöküş şimdi bir çağrıya dönüşüyor:

“Gerçekten yaşayarak başla.”

Bugün.

Buradan.

Kendinle.

 

Ömer Hayyam der ki:

“Sen kendine yabancıysan, dünya sana nasıl dost olsun?”

Kendine geri dön.

Bu çağın asıl devrimi dışarıda değil.

İçeride başlayacak.