olaygazetecilik @ hotmail.com

Saat gece 23:47. Odada yalnızca masa lambasının sarı ışığı var. Sararmış abajurun ince gövdesi, duvarda hafif titreyen gölgeler oluşturuyor. Dışarıda rüzgar, tek tük yaprakları kaldırımla sürtüştürüyor. Uzaklardan, ara sıra geçen taksilerin motor sesi geliyor. Telefon ekranı bembeyaz yanıyor.

Ekrandaki cümle:

“Bence bu proje, bütçeyi riske atacak.”

Parmak, “gönder” tuşunun üzerinde asılı. Avuç içi hafifçe terliyor, başparmağı ekranın sıcaklığını hissediyor. Kalbi göğsünde değil, kulaklarının içinde atıyor.

Üçüncü kez siliyor aynı cümleyi.

Kendi kendine fısıldıyor:

“Ya yanlış anlaşılırsa? Ya bana karşı kullanılırsa?”

Bu kişi, 37 yaşındaki mühendis Levent. Kamuda çalışıyor, deprem riski yüksek bir şehirde. O mesaj, belediye WhatsApp grubuna gidecek.

Ama gitmiyor.

O an, Levent’in karşısında ne bir polis var, ne bir savcı, ne de resmi bir sansür kurulu. Yalnızca görünmeyen bir kalabalık ve onların olası tepkileri… Ve belki de en önemlisi, kendi zihninin içine yerleşmiş o görünmez gardiyan.

Levent’in parmağının o “gönder” tuşunun üzerinde asılı kalması, aslında milyonlarca insanın ortak deneyimi. İfade özgürlüğü, çoğu zaman tek bir büyük yasak değil; binlerce küçük tereddütün toplamı.

 

Bu yazıyı, Türkiye’de resmi ve gayriresmi baskıların ürettiği oto-sansürün, yaratıcılığı, kamusal tartışma kültürünü ve ortak gerçekliği nasıl çürüttüğünü anlatabilmek için kaleme aldım.

Ve en önemlisi, bu sessizliği kırmak için bireysel, küçük ama etkili adımların neden hayati olduğunu göstermek istiyorum.

Çünkü susmak, sadece bugünü korumaz; yarını ipotek altına alır.

 

Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann, 1974’te geliştirdiği “Sessizlik Sarmalı” teorisinde, insanların çoğunluk tarafından reddedilme korkusuyla fikirlerini sakladığını söyler.

Bir fikir az görünür oldukça, daha az kişi dile getirir. Kartopu gibi büyüyen bu süreç, sonunda o fikrin tamamen görünmez olmasına yol açar.

Bir diğer kavram “Tercih Çarpıtması”

İnsanlar, çoğunluğun aslında ne düşündüğünü yanlış tahmin eder. Sessiz çoğunluk, kendisini azınlık sanır. Böylece, sustukça yalnızlaştığını düşünen birey, aslında kendisi gibi düşünen binlerce kişiden kopar.

Türkiye’de bu iki mekanizma, hem yukarıdan gelen baskılarla hem de yatay ilişkilerdeki mahalle baskısıyla birleşerek çok daha güçlü bir hal alır.

 

2022’de yürürlüğe giren sosyal medya yasası, platformlara “4 saat içinde içerik kaldırma” yükümlülüğü getirdi. Hukuken “zararlı içerik” ile sınırlı görünse de, pratikte gri alanlar yarattı.

Uluslararası Basın Enstitüsü’nün 2023 raporuna göre, Türkiye’de dijital içerik kaldırma taleplerinin %36’sı, “halkı paniğe sevk” veya “hakaret” gibi yoruma açık kategorilerdeydi.

 

Bir tweet, 30 saniyede milyonlara ulaşabiliyor. Oxford Internet Institute (2023) verilerine göre, Türkiye’de sosyal medyada hedef gösterilen kullanıcıların %42’si, sonraki 3 ay içinde paylaşım sıklığını yarı yarıya azalttı.

Linç, yalnızca bir gün süren bir öfke değil; kalıcı bir sessizlik üretiyor.

 

Levent, belediye mühendisleri WhatsApp grubunda o mesajı göndermedi. Çünkü biliyor ki, “Yukarıya” ulaşmadan önce bile yan masadaki arkadaşının bakışı onu sorgulayacak.

Bu, aile sofralarında da oluyor, üniversite sınıflarında da.

 

Mesela Ayşe Öğretmen

Devlet okulunda tarih öğretmeni. 8. sınıfta “Kurtuluş Savaşı” bölümünde alternatif kaynaklardan söz etmek istedi.

Yan masadaki öğretmen kulağına eğildi:

“Dikkat et, yanlış anlaşılır.”

Ayşe o gün konuyu kapattı. Öğrencilerin ufku, bir parmak bile genişlemedi.

 

Ya da Mühendis Murat

Bir başka şehirde, deprem riski raporu hazırlayan Murat, “acil tahliye” önerdi. Üstü, “Panik yaratma” dedi. Rapor revize edildi.

İki yıl sonra o bölgede bir bina yıkıldı. İlk rapor arşivden silinmişti.

 

Hatta Acil Servis Doktoru Yağmur

Hasta dosyasına ciddi bir ihmali not düşmek üzereydi. Başhemşire uyardı:

“Bu ifade başını derde sokar.”

Not değiştirildi. Aynı hata ertesi hafta tekrarlandı.

 

Bir hafta sonra, Levent belediyedeki proje toplantısında oturuyor. Masanın ucunda başkan yardımcısı konuşuyor, ekrandaki haritada kırmızıyla işaretlenmiş bölgeler var.

Levent, söz almak için parmağını kaldırıyor, sonra indiriyor.

Bir anda göz göze geldiği genç stajyer, fısıldıyor:

“Bunu siz söylemezseniz kim söyleyecek?”

O an Levent’in içinde iki ses çarpışıyor:

Biri “Sus, başına iş alırsın.”

Diğeri “Şimdi konuşmazsan, yarın çok geç olabilir.”

 

12 Eylül 1980: Darbe sonrası, binlerce akademisyen ve gazeteci susturuldu. Bu kültür, kuşaklar boyu “politik risk almama” alışkanlığı bıraktı.

Günümüz: Sansür teknikleri görünmezleşti. Algoritmalar, içeriklerin kimlere ulaştığını sessizce belirliyor.

 

2024’te Freedom House verilerine göre, Türkiye “İnternette Özgür Olmayan Ülkeler” kategorisinde.

Sosyal medya profillerini “özel”e alan kullanıcılar, görünürlüklerinin azaldığını fark ediyor. “Madem kimse görmeyecek, neden paylaşayım?” sorusu, yeni bir oto-sansür biçimi haline geliyor.

 

Levent, o mesajı göndermediği gece uyuyamadı. Ertesi gün, raporunun ikinci nüshasını meslek odasına iletti.

Ayşe öğretmen, bir sonraki dersin sonunda her öğrencisine tek cümlelik “Sen ne düşünüyorsun?” turu yaptırdı.

Murat mühendis, yerel basına röportaj vererek riskli bölgeleri anlattı.

 

Kurumlar haftada bir itiraz oturumu yapabilir. Belediyeler, halk toplantılarını canlı yayınlayabilir. Hastanelerde güvenli raporlama kutuları kurulabilir.

Bu mikro adımlar, büyük değişimlerin habercisidir.

Asıl tehlike, dış baskının içselleştirilmesi.

Bir kez “susmak daha güvenli” kodu yerleştiğinde, kişi artık hiç kimse onu susturmasa bile konuşmaz.

Ve bu, ifade özgürlüğünü yalnızca yasal metinlerde değil, zihinlerde de yok eder.

 

Levent, aylar sonra o geceyi düşündüğünde, “Keşke gönderseydim” dedi.

Suskunluk, kimseyi kurtarmaz. Ama tek bir doğru söz, bir ülkenin kaderini değiştirebilir.

Bugün bir cümle kur; yarın birinin dili çözülür.