olaygazetecilik @ hotmail.com

Bir sabah uyanıyorsun; kahveni alıyor, telefon ekranını kaydırıyorsun. Karşına aynı anda iki slogan çıkıyor. Birinde koca harflerle “Özgürlük” yazıyor; diğerinde yine aynı ateşle “Adalet”. Birkaç saniye sonra başka bir hesap “Millet” diyor, bir başkası “Hakikat”. Sözcükler yağmur gibi üzerimize yağıyor. Her biri sanki bizi çağırıyor, ama aynı anda da bir şeylerden koparıyor. Düşünüyorsun: Hangi özgürlük? Kimin adaleti? Neyin hakikati? Bu soruların cevabı çoğu zaman sessizlik. Çünkü o sözcükler, icat edilmiş kavramlar olarak çoktan kendi başına bir kudret kazanmış durumda. Ve biz, çoğu zaman, onların peşinden sürükleniyoruz.

Soyut kavramlar, sadece felsefi bir tartışma değil; hayatımızı, seçimlerimizi, çatışmalarımızı, hatta sevgilerimizi belirleyen bir gerçeklik. Kelimeler masum değil. Bazen yüceliğin, bazen de zincirin adı. Altın yaldızlarla süslenmiş bir pranga gibi… Kimi zaman boynumuza onurla takarız, kimi zaman da farkına varmadan onunla nefesimizi daraltırız. Bu yazı, o prangaları sorgulamak; sözcüklerin bizi nasıl özgürleştirdiğini ama aynı zamanda nasıl esir aldığını, hem tarihsel hem de güncel örneklerle gözler önüne sermek için kaleme alındı.

İnsanlık tarihine baktığımızda, soyut kavramların bir tür icat olduğunu görürüz. “Özgürlük”, “eşitlik”, “millet”, “hakikat”, “adalet”… Bunların hiçbiri doğada bulunan somut taşlar, ağaçlar, dağlar gibi değildir. Onları biz inşa ettik, üzerine anlam yükledik. Bu anlamlar ise asırlar boyunca değişti, dönüşerek çoğu zaman siyasetin, çoğu zaman dinin, çoğu zaman da ideolojinin malzemesi oldu.

Örneğin “özgürlük” kavramı, Antik Yunan’da sadece özgür erkek yurttaşlara tanınıyordu; kadınlar, köleler bu dairenin dışında bırakılıyordu. 18. yüzyıl’da Fransız Devrimi “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” diye haykırdı; ama aynı dönemde kolonilerde köleler zincirlenmiş haldeydi. Yani kavramın icadıyla, onun uygulaması arasında daima bir uçurum oldu. Kavram, bir tarafta idealin ışıltılı simgesi, öte tarafta acımasız bir dışlama mekanizması işlevi gördü.

Bugün de farklı değil. “Demokrasi” diyenlerle “milli irade” diyenler çoğu zaman aynı masada buluşamıyor. Halbuki her ikisi de halkın iradesine göndermede bulunuyor. Sorun kavramların doğasında değil; onları nasıl icat edip, hangi bağlamda kullanıp, hangi amaçla dayattığımızda yatıyor. Kavramlar, masum kılıklar altında güç ilişkilerini gizleyebilir.

Kelimelerin zincire dönüşmesi yeni bir şey değil. Ortaçağ’da “kafir” yaftasıyla binlerce insan yakıldı. 20. yüzyıl’da “vatan haini” etiketiyle insanlar darağaçlarına gönderildi. Bugün ise sosyal medyada “hain”, “satılmış”, “yobaz” ya da “elitist” gibi kavramlar saniyeler içinde linç mekanizmalarını harekete geçiriyor. Sözcükler bir anda silaha dönüşüyor.

Ama burada ilginç bir çelişki var: Aynı kavramlar, başka zamanlarda özgürleştirici de olabiliyor. “İnsan hakları” kavramı, milyonlarca insanın onurunu savunmak için siper oldu. “Kadın hakları” ifadesi, yüzyıllar süren eşitsizliği sorgulamanın anahtarı oldu. “Özgürlük” kelimesi, işgal altındaki halkların ayağa kalkmasını sağladı. Yani kavramların kaderi, onları kimin, nasıl, hangi bağlamda kullandığıyla belirleniyor. Bizim onları ele alış biçimimiz, zincir mi yoksa anahtar mı olacaklarına karar veriyor.

Bir gün otobüste yanımda oturan işçi amca, elindeki gazeteyi katlayıp cebine koyduktan sonra bana döndü ve “Evlat, televizyonda sürekli ‘ekonomik istikrar’ diyorlar, ama ben eve giderken ekmek alacak para hesaplıyorum. Bu nasıl istikrar?” diye sordu. İşte o an anladım: Kavramlar ile hayat arasındaki mesafe, en çok mutfak masasında, pazarda, evin faturasında ortaya çıkıyor. Bir politikacının dilindeki “istikrar” ile bir işçinin cebindeki bozukluk arasındaki uçurum, kelimelerin zincire dönüştüğü andır.

Kavramların karanlık yüzünü görmek için yakın tarihe bakmak yeterli. Nazi Almanyası’nda “ırk” kavramı, bilimselmiş gibi gösterildi. İnsanları “üstün” ve “aşağı” diye ayırmak için uydurulan bu kavram, milyonların ölümüne yol açtı. “Temizlik” ve “düzen” gibi masum kelimeler bile soykırım politikalarının propagandasında kullanıldı.

Sovyetler’de “halk düşmanı” etiketiyle milyonlarca insan sürgüne gönderildi. Latin Amerika diktatörlüklerinde “ulusal güvenlik” kavramı muhalifleri susturmanın kılıfı oldu. Türkiye’nin yakın tarihinde de “irtica” yaftasıyla nice insanın hayatı karardı, “bölücülük” etiketiyle nice ses bastırıldı. Kavramlar, sadece birer kelime değil, aynı zamanda ideolojik mühendisliğin en keskin araçlarıydı.

Peki kavramlar olmasa, toplum nasıl ayakta kalırdı? İnsanlar soyut ilkeler olmadan birlikte yaşayabilir miydi?

Aslında cevabım çok net: Hayır. Kavramlar olmadan toplum çökerdi. Adalet, özgürlük, eşitlik, güvenlik… Bunlar sadece slogan değil, aynı zamanda ortak yaşamı mümkün kılan temel taşlardır. “Yaşamın Yüksek İlkeleri!”

Eğer “adalet” diye bir kavram olmasaydı, insanlar kendi çıkarı için her türlü zulmü meşru görürdü. Eğer “özgürlük” icat edilmemiş olsaydı, köleliğe karşı hiçbir direniş doğmazdı. Eğer “eşitlik” kavramı olmasaydı, insanlık kadınları ve azınlıkları hala insan yerine koymayabilirdi.

Dolayısıyla mesele kavramların varlığında değil; onların içinin nasıl doldurulduğunda. Kavramlar zincir de olabilir, anahtar da. Onları zincire dönüştüren, bizim onları sorgulamadan, tekeline alanların eline bırakmamızdır.

Bazen kelimeler gökyüzüne bırakılan uçurtmalar gibidir.

İpin ucunu sıkı tutarsan seni özgürlüğe taşır,

Ama ip boynuna dolanırsa nefesini keser.

Her kavram bir uçurtmadır:

Kimisi rüzgarı bulur, göğe yükselir;

Kimisi çamura düşer, ağırlık olur.

Bizim görevimiz, göğe çıkan ipi tutmaktır;

Yere sürüklenenin esiri olmamak.

Bugün dijital çağda yaşıyoruz. Twitter, Instagram, TikTok… Kavramlar artık sadece kitaplardan, mitinglerden, kürsülerden değil; 280 karakterlik cümlelerden doğuyor. “Özgürlük” bir hashtag oluyor. “Adalet” bir trend topic. Birkaç saat sonra başka bir hashtag onu gölgede bırakıyor. Kavramlar, hızın kurbanı haline geliyor. Daha kötüsü, içeriksizleşiyor.

“Cancel culture” mesela… İlk başta güçlü bir hesap sorma aracıydı; mağdurların sesini yükseltti. Ama zamanla o da bir tür linç mekanizmasına dönüştü. Bugün bir sözcük yüzünden kariyerler bitiyor, insanlar toplumsal idam sehpasına çıkarılıyor. Yine bir kavram, özgürleştirici maskesiyle karşımıza çıkarken zincire dönüştü.

Bir üniversite amfisinde, genç bir öğrenci ayağa kalkıp “Hocam, özgürlükten bahsediyorsunuz, ama biz yurtta üç kişi bir odada kalıyoruz. Bu mu özgürlük?” diye sormuştu. Sınıf bir anda sessizleşmişti. O an şunu düşündüm: Demek ki kavramların gerçekliği, en çok onların ete kemiğe bürünmediği yerde ortaya çıkıyor. Gençler, hayatın duvarına çarpınca, kelimelerin içinin ne kadar boş ya da dolu olduğunu en çabuk fark edenler oluyor.

Burada çözüm, kavramları terk etmek değil; onları sürekli sorgulamak, yeniden tanımlamak ve kendi hayatımıza dokunacak şekilde ete kemiğe büründürmektir. “Özgürlük” dendiğinde, “kimin özgürlüğü” sorusunu sormak. “Adalet” dendiğinde, “hangi adalet” diye sormak. “Hakikat” dendiğinde, “hangi bağlamda” diye durup düşünmek.

Bu sorgulama, sadece akademisyenlerin, filozofların işi değildir. Gündelik hayatta da mümkündür. Çocuğunu büyüten bir anne için özgürlük, sokakta yürüyen bir genç için güvenlik, işsiz bir baba için ekmek adaletin en somut ölçüleridir. Kavramları soyut podyumdan indirip günlük hayatın sahnesine koymak, onları zincir olmaktan kurtarır.

Bir diğer çözüm, kavramların tekeline girmemektir. Yani bir kavramı sadece bir partinin, bir ideolojinin, bir liderin tekelinde görmemek. “Demokrasi” sadece bir grubun değil; herkesin hakkıdır. “Adalet” sadece bir mahkemenin değil; bütün toplumun ortak ihtiyacıdır. Eğer kavramları tekellerden kurtarabilirsek, onları özgürleştirebiliriz.

Son olarak, kavramların somut karşılığını talep etmek gerekir. Siyasetçi “özgürlük” dediğinde, onun hangi özgürlüğü kastettiğini somutlaştırmasını istemek. “Adalet” dendiğinde, hangi mahkeme kararını, hangi yasa maddesini işaret ettiğini görmek. Kavramların içini doldurmak, onları kâğıt üstünde kalmaktan kurtarır.

Soyut kavramların icadı, aslında insanın vicdanının aynasıdır. Bizim zaaflarımız, korkularımız, hırslarımız kavramlara siner. Onları nasıl kullandığımız, kim olduğumuzu gösterir. Eğer kavramları sadece slogan olarak kullanıyorsak, aslında kendi tembelliğimizi örtüyoruz. Eğer onları hayatın somut alanlarına taşıyorsak, işte o zaman kavram icat değil, hakikat olur.

Vicdan, burada en önemli terazidir. Çünkü kavramları manipüle eden, onları sloganlaştıran, içini boşaltan güçlere karşı elimizdeki en gerçek ölçü vicdandır. Vicdan, soyut bir kavram değildir; günlük yaşamın somut deneyiminde doğan bir duyarlılıktır. Bir annenin çocuğuna bakışı, bir işçinin teri, bir öğrencinin hayali vicdanın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Kavramları vicdanla yoğurmadığımız sürece, onlar sadece altın yaldızlı zincirler olarak kalır.

İnsanlık tarihi bize bir şey öğretiyorsa, o da şudur: Kavramlar kaçınılmazdır, ama kaderimiz değildir. Biz onları icat ettik; onları yeniden icat edebiliriz. İster zincir, ister anahtar olsun, hepsi bizim elimizde. “Özgürlük” dediğimizde gerçekten özgürleşiyor muyuz, yoksa başkasının zincirine mi giriyoruz? “Adalet” diye bağırdığımızda adalet mi inşa ediyoruz, yoksa yeni bir haksızlığın kapısını mı aralıyoruz? Bu soruları sormadan kavramlara teslim olan bir toplum, kendi zincirini kendi örer.

Kavramların bizi esir almasına izin vermemek, sadece bir entelektüel tercih değil; yaşamsal bir zorunluluktur. Çünkü zincirlerin altın yaldızı parlak görünebilir, ama sonuçta zincirdir. Oysa aynı sözcük, eğer vicdanla yoğrulursa, aynı kelime anahtara dönüşebilir. Bizim görevimiz, zinciri anahtara çevirmektir.

Ve belki de bütün mesele şu tek cümlede özetlenebilir:

Bir kavramı sorgulamadan kabul ettiğimiz anda, özgürlüğümüzü değil, başkasının bizim yerimize nasıl yaşayacağını onaylamış oluruz.