olaygazetecilik @ hotmail.com

Din Değil, Dinsellik Yoruyor Bizi

İnanç hiçbir zaman yalnızca bireysel bir mesele olmadı. Toplumun ahlaki pusulası, ortak vicdanı ve kültürel hafızası hep inanç üzerinden şekillendi. Fakat bugün yaşadığımız çağda bu kadim hakikat, gürültülü bir temsil kriziyle karşı karşıya.

 

Camiler kalabalık ama gönüller dağınık. Vaazlar yüksek ama vicdanlar sessiz.

Kur’an okunuyor ama hayat değişmiyor.

Ve tam da burada, görünürde artan dindarlık, derinlerde azalan samimiyetle çarpışıyor.

 

Çünkü artık bizi din değil, dinsellik yoruyor.

İnancın özü değil, gösterisi üzerimize çöküyor.

 

Bugün Türkiye’de yaşanan inanç gerilimi, seküler-dindar çatışmasının çok ötesinde bir yaradır.

Mesele hakikatin kendisiyle değil, o hakikatin kimler tarafından ve nasıl temsil edildiğiyledir.

 

Din adına konuşanların sözü ile hayatı arasında uçurum var.

Kürsüden sabır öğütleyen, sokakta öfkeye boğuluyor.

Namazla günü kutsayan, kazancında haramla yüzleşemiyor.

Ve insanlar Allah’tan değil; Allah adına konuşanların çelişkilerinden uzaklaşıyor.

 

Bu bir inançsızlık değil, bir kırılmadır.

Bu bir inkâr değil, bir savrulmadır.

 

Bu temsiliyet krizini en çarpıcı biçimde yakın dönemin sembol karakterlerinden biri üzerinden görebiliriz: Cüneyd Güneş.

 

Kızıl Goncalar dizisinde karşımıza çıkan bu figür, aslında modern çağın bir iman arayışını temsil ediyor. Gözü kapalı bağlılıktan çok,  açık bilinçle yürüyen bir dindarlığın prototipi gibi. Tasavvufi geleneğe yaslansa da onu taklit değil tahkik üzerinden anlamaya çalışan, ezberleri tekrarlamak yerine sorularla derinleşmeyi, derinleştikçe özgürleşmeyi seçen bir karakter. Taklit değil tahkik, ezber değil içsel sorgulama, teslimiyet değil bilinçli yürüyüş… Cüneyd, bir “rol model” değil; bir “soru model” olarak öne çıkıyor.

 

Bu karakter bize Hz. İbrahim’in yıldızlara bakarak “Bu mu Rabbim?” dediği o ilk sorguyu; İmam-ı Azam’ın otoriteye karşı tahkiki duruşunu hatırlatıyor. Çünkü artık inanmak kadar, neden ve nasıl inandığını bilmek de önemli hale geldi.

 

Oysa biz bu topraklarda başka tür temsilciler de tanıdık.

 

Tacül Arifin Ebu’l Vefa Hazretleri gibi...

Sultanın önünde eğilmeyen, hakikatin önünde secdeye varanlar gibi.

İnancı bir kimlik gösterisine değil, bir hizmet ahlakına dönüştüren,

Heybetle, gösteri ile değil gölgeyle, tevazu ile yürüyen,

Yalnız kalmak pahasına doğruyu söyleyen bir çizgiyi temsil ettiler.

 

Bugün böyle seslere, böyle izlere daha çok ihtiyacımız var.

 

Çünkü artık şu sorularla yüzleşiyoruz:

 

Dindarlık gösterisi, inancın samimiyetini gölgeliyor mu?

 

“Müslümanım” demek, gerçekten Müslümanca yaşadığımız anlamına geliyor mu?

 

Din bizi içsel bir dönüşüme mi çağırıyor; yoksa toplumsal bir maskeye mi dönüştü?

 

 

Bu sorular inancı zayıflatmaz.

Aksine, onu arındırır.

 

İnsanlar camiden değil; camiyi kürsüye çevirenlerden uzaklaşıyor.

Kur’an’dan değil; onu diline dolayıp hayatına indirmeyenlerden soğuyor.

İmandan değil; imanı üstünlük aracına çevirenlerden yoruluyor.

 

Bu bir kaçış değil; bir içe dönüş.

Bu bir kopuş değil; bir yeniden özleşme çabası.

 

Bu çağ, yeni bir dindarlık biçiminden çok, yeni bir dürüstlük çağrısı yapıyor.

 

Artık gösterilen değil, yaşanan inanç değerli.

İbadet değil, niyet sorgulanıyor.

Korkuyla değil, vicdanla yürüyenler kıymetli hale geliyor.

 

Ve belki de bu çağın en sahici iman cümlesi şudur:

 

Sessiz ama derin.

Yorgun ama umutlu.

Kalabalıklardan uzak ama hakikate yakın.

 

Çünkü inanç yorulmaz.

Ama inancı temsil ettiğini iddia edip onu rol malzemesine dönüştürenler yorucu olur.

 

Ve bir gün, dinin değil; dinselliğin gürültüsünden arınmış bir hakikatle yeniden buluşacağız.

 

İnanç, o zaman yeniden nefes alacak.