Hayatın içinde insanı en çok sarsan sorulardan biridir: “İstediğiniz kişi olabilseydiniz, kim olurdunuz?”
Bu soru, bir psikoloğun odasında sorulabilir, bir dost meclisinde dile gelebilir ya da bir insanın kendi vicdanıyla baş başa kaldığı gece yarısında zihnine düşebilir. Cevabı ise bazen hemen dilimizin ucuna gelir, bazen gölgeler arasına saklanır. Çocukluğumuzun tozlu raflarında unuttuğumuz hayaller, toplumun katı kabulleri, ailemizin beklentileri, ekonomik gerçekler… Hepsi üst üste yığılır ve çoğu zaman geriye sadece bir sessizlik kalır. İşte o sessizlik, hayatı ya gerçekten yaşamamıza ya da başkalarının hayatını ödünç almamıza karar verir.
Bir gün Anadolu’nun küçük bir tren istasyonunda, elinde eski bir keman kutusu taşıyan bir adam gördüm. Kemanın tellerinden çoktan ses çıkmaz olmuştu ama gözlerinde hala bir melodi dolaşıyordu. “Gençken çalar mıydınız?” diye sordum. Sessizce gülümsedi: “Konservatuvara girmek isterdim. Ama babam dedi ki, sanat karnını doyurmaz. Ben de demiryollarına girdim.” O an anladım ki bu sadece bir bireyin pişmanlığı değil; kuşakların hayallerini feda etmesinin hikayesiydi. Ve şunu da kavradım: Bir insan kendi şarkısını söylemeden gittiğinde, toplum da o melodiden yoksun kalır.
Yunus Emre’nin şu sözü aklıma geldi:
“Bir ben vardır bende benden içeri.”
O içteki ben, susturulmuş ama ölmemiştir. Bizi gerçekten biz yapan, işte o içerideki sessiz benliktir.
Bugün şehirlerde, metrolarda, plazalarda, fabrikalarda aynı sessizliği taşıyan binlerce insan var. Görünmez zincirlerle birbirimize bağlanmış gibiyiz; hatta o zincirleri süsleyip aksesuar zannetmeye başlamışız. Gençler üniversite tercihinde “ne seviyorum?” değil, “hangi bölüm iş buldurur?” sorusunu soruyor. Orta yaşlılar işe gidip gelirken ruhlarını cüzdanlarına sığdırmaya çalışıyor. Yaşlılar ise “keşke”lerle yaşıyor.
Bir TÜİK araştırmasına göre Türkiye’de üniversite mezunlarının %62’si kendi alanı dışında çalışıyor. OECD verilerine göre gençlerin %70’inden fazlası yurt dışında yaşamak istiyor. Bu tablo, bireysel tatminsizliğin ötesinde bir toplumsal alarmdır. Çünkü hayallerinden vazgeçen her birey, sadece kendi ışığını değil, toplumun gelecekteki ufkunu da söndürüyor.
Bir ülkenin en büyük kaybı para değil, yetenek israfıdır. Bugün binlerce genç mühendis, öğretmen, sanatçı, sporcu potansiyelini başka alanlarda tüketiyor. Bunun sonucunda toplumun ruhu da çoraklaşıyor.
Hiçbir zincir mutlak değildir. İnsan kendini yeniden icat edebilir, hayatını yeniden şekillendirebilir. Bunun için devrimci hamlelere gerek yok; küçük ama ısrarlı adımlar yeterli.
Çocukken yazmayı seven ama muhasebeci olmuş birinin, sabah işe gitmeden yarım saat yazması…
Gençliğinde ressam olmak isteyip fabrika bandında çalışan birinin hafta sonu fırçayı yeniden eline alması…
Bir işçinin vardiya arasında telefonundan yabancı dil öğrenmesi…
Bunlar “küçük kaçamaklar” değildir; insanın kendine açtığı gizli kapılardır. O kapılar, zamanla büyür ve hayatı dönüştürür.
“Ben artık geç kaldım” diyenlere hatırlatmak isterim: Dostoyevski en büyük eserlerini sürgünden sonra yazdı. Van Gogh resme 27 yaşında başladı. Halikarnas Balıkçısı hapisten çıktıktan sonra kimliğini buldu. Yaş, sadece bedenin takvimidir; ruhun takvimi cesaretle yazılır.
Albert Camus’nün sesi yankılanır:
“Kışın ortasında, içimde yenilmez bir yaz olduğunu keşfettim.”
Geç kaldığını düşünen herkesin içinde, yeniden başlama gücünü taşıyan o yaz vardır.
Kendi olmak istediğimiz kişiye yaklaşmak sadece bireysel tatmin değildir. Bu, topluma da feyz katar. Çünkü hayalini gerçekleştiren insanlar daha yaratıcı, daha üretken ve daha sağlıklıdır. Onların ışığı başkalarına da yol gösterir.
Bir genç gitarını yeniden eline aldığında, bir diğerine cesaret verir.
Bir kadın yıllar sonra üniversiteye döndüğünde, çocuklarına umut taşır.
Bir baba hayatının ortasında mesleğini değiştirip içinden gelen işi yaptığında çevresine “başka türlü de yaşanabilir” mesajı verir.
Böylece bireysel dönüşümler, toplumsal dönüşümün kıvılcımını ateşler.
Ama romantizme kapılmamak lazım. Kendimiz olma yolculuğu aynı zamanda pragmatik bir mücadeledir. Ekonomik kaygılar, ailevi sorumluluklar, toplumsal baskılarla yüzleşmek gerekir. Ama zinciri görmek, zinciri kırmanın ilk adımıdır.
Türkiye’de genç işsizlik oranı %17,4. Üniversite mezunu işsizlerin oranı ise %13’ün üzerinde. Bu tabloyu görmezden gelerek hayal kur demek kolaycılıktır. Ama aynı zamanda bu tabloyu değiştirmenin de yolu, insanların potansiyellerini açığa çıkarmasından geçer.
Bir ülke sadece fabrikalarıyla değil, ressamlarıyla, bilim insanlarıyla, zanaatkarlarıyla, yazarlarıyla büyür. Sanata, bilime, spora yapılan yatırım sadece bütçe değil, aynı zamanda bir vizyon meselesidir. Bir toplum yeteneklerini bastırırsa geleceğini de bastırır; açığa çıkarırsa ufkunu genişletir.
Bu yüzden mesele sadece bireysel cesaret değil, aynı zamanda toplumsal vizyondur. Eğitim sistemi, çocukların içindeki merakı öldürmek yerine beslemeli. Gençlere “hangi meslek iş buldurur?” sorusu değil, “sen hangi alanda bir ışık olabilirsin?” sorusu sorulmalı.
Şirketler çalışanlarının yeteneklerini keşfetmeye yatırım yapmalı. Belediyeler sanat ve spor alanları açmalı. Üniversiteler sadece diploma değil, hayat vizyonu kazandırmalı. Medya, başarı öykülerini sadece maddi kazançla ölçmemeli; hayalini gerçekleştiren insanları görünür kılmalı.
Çünkü bir toplum, bireylerinin şarkısını susturarak değil, o şarkıları çoğaltarak zenginleşir.
Japon kültüründen bir öğretiyi hatırlamak gerekir: Kintsugi.
Kırılmış çanak çömlekleri altınla onarma sanatı. Japonlar çatlakları saklamaz; tam tersine altınla belirginleştirir. Çünkü kırıkların da bir hikayesi, bir güzelliği vardır.
Hayallerimiz de böyledir. Yolda kırılır, ertelenir, yarım kalır. Ama onları altınla onarmak mümkündür: cesaretle, sabırla ve yeniden denemekle. Kintsugi bize şunu öğretir: Hayat kırıldığında bitmez; aksine, onarıldığında daha değerli bir hale gelir.
Kendine şu soruyu sormaktan korkma:
“Ben kim olmak isterdim?”
Bu soru, paslı kilitleri açar. İşten eve dönerken, yemek yaparken, otobüs camından bakarken bu sorunun yankısı zihninde dolanırsa, hayatının rotası değişmeye başlar. Çünkü insan, zinciri fark ettiği an onu gevşetmeye başlar.
Ve içimizde bastırılmış o ses çocukken koşarak, şarkı söyleyerek kendini ifade eden ses hala orada. Bir defterin arasında, bir sandığın içinde, bir rüyanın kıyısında. Yapmamız gereken tek şey, kulak vermek.
İnsan kendi şarkısını söylemeden gitmemeli. Çünkü o şarkı, sadece senin değil; çocuklarının, dostlarının, toplumunun ve geleceğin şarkısıdır.
Belki yıllardır ertelediğin bir hayalin var. Belki artık başlamanın vakti geldi. Başkasının hayatını yaşamayı bırakıp, kendi hayatını yaşamaya cesaret ettiğinde zincirlerin tek tek düştüğünü göreceksin.
Ve işte o zaman, sen de kendi melodini evrene bırakmış olacaksın.
Kendi şarkını söylemeden gitme.



