Bu çağın en ağır hastalığı artık ne kalp krizi ne de kanser. Toplumu sessizce içten içe kemiren, laboratuvarlarda teşhisi olmayan, ilaçlarla tedavi edilemeyen bu görünmez salgının adı: “Değersizlik”. İnsanın kendi içinde taşıdığı en sinsi yara. Ne röntgende çıkar, ne tahlilde görünür, ne reçetesi yazılır. Ama gözlerde saklıdır, ses tonunda, davranışlarda, suskunluklarda kendini belli eder. Ve toplumun damarlarına sinsice yayılır. Bugün en parlak şehirlerimizin meydanlarında, en kalabalık caddelerimizde, en yüksek gökdelenlerimizin ofislerinde bile bu çöküşü görmek mümkündür. Yüzler gülüyor gibi görünür ama gözler boş, başarılar artıyor gibi görünür ama ruh eksik. Herkes bir şeylere sahip gibi, ama kimse kendi değerine sahip çıkamıyor. Çünkü değersizlik hastalığı bulaşmıştır.
Bir insanın kendine “Ben kimim? Gerçekten bir anlamım var mı? Yoksa sadece yaşıyor gibi mi yapıyorum?” diye sorması modern çağın en yaygın ruh hali. Bu soruyu soran yalnızca işsiz genç değil, aynı zamanda en büyük şirketlerin CEO’su; yalnızca sınav kaygısıyla ezilen öğrenci değil, aynı zamanda kürsüden nutuk atan siyasetçi; yalnızca sessizce kenara itilmiş işçi değil, aynı zamanda alkış tufanları arasında sahneye çıkan sanatçı. Dışarıdan başarı, güç, para, statü görünen nice hayat, içeride görünmez bir boşluğun pençesinde kıvranıyor. Çünkü insan, değer görmediğinde, içini kemiren o eksikliği hiçbir şeyle dolduramıyor.
Çocukluktan başlar bu eksiklik. Küçük bir çocuk, daha oyun çağındayken sürekli “sus, yapamazsın, haddini bil” sözleriyle büyütülürse, hayat boyu taşıyacağı bir yara açılır. Çocukların en temel ihtiyacı yalnızca yemek yemek, barınmak, oyuncak sahibi olmak değildir; asıl ihtiyaç görülmek, fark edilmek, önemsenmektir. İstanbul Üniversitesi’nin 2022’de yaptığı bir araştırmaya göre, 11-16 yaş aralığındaki çocukların neredeyse yarısı, aileleri ve öğretmenleri tarafından yeterince önemsenmediğini söylüyor. Bu ne demek biliyor musunuz? Bu toplumun yarısı, daha çocukken değersizlik duygusuyla yoğruluyor demek. İşte bu yüzden geleceğin omuzları kırılıyor, temelinden çatırdayan bir bina gibi, gelecek de daha kurulmadan yıkılmaya başlıyor.
Eğitim sistemi bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Yıllardır çocuklara bilgi yükleniyor, test kitapları arasında nefesleri kesiliyor, notlarla ölçülüp biçiliyor. Ama kimse onlara şu soruyu sormuyor: “Sen kendini değerli hissediyor musun?” OECD’nin 2023 raporuna göre öğrencilerin başarıları ile özdeğer duygusu arasında güçlü bir ilişki var. Kendini değerli hisseden öğrenciler daha yaratıcı, daha üretken, daha dayanıklı oluyor. Bizim sistemimiz ise öğrenciyi yalnızca puan makinesi olarak görüyor. Yarış pistine sokuluyor çocuklar, kaybeden çöpe atılmış gibi hissediyor, kazanan bile doyuma ulaşamıyor çünkü yarış bitmiyor. Bir maraton değil bu; hiç bitmeyen bir koşu bandı. Yoruldukça hızlanan, hızlandıkça tüketen. Ve sonunda herkes nefessiz kalıyor. Kazanmak bile içi boş bir zafer haline geliyor. Çünkü değer, rakamlarla ölçülmeye çalışıldığında, özdeğer kayboluyor.
Bu tablo üniversiteyle, gençlikle, iş hayatıyla devam ediyor. İş dünyasında yaşanan en büyük kriz mobbing değil, aslında görünmezlik. Emeğin görülmemesi, fikrin dikkate alınmaması, katkının yok sayılması. İnsan, emeği fark edilmediğinde yalnızca motivasyonunu kaybetmiyor; kendi varlığının anlamını da sorguluyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 2021 raporuna göre, iş yerinde kendini değersiz hisseden çalışanların üretkenliği %40 düşüyor, kurum bağlılığı %60 azalıyor. Yani mesele yalnızca psikolojik bir çöküş değil; aynı zamanda ekonomik bir kayıp. Fabrikaların, ofislerin, plazaların cam duvarları ardında büyüyen sessizlik yalnızca bireyleri değil, kurumları da içten çökertiyor. Çünkü değer görmeyen insan, işine ruhunu katmıyor. Çalışan, üretici değil, yalnızca hayatta kalmaya çalışan bir gölgeye dönüşüyor.
Bütün bunların üzerine sosyal medya çağının yanıltıcı aynaları geliyor. İnsanlar kendi varlığını ispat etmek için ekranlara sarılıyor. Bir fotoğraf, bir video, bir paylaşım… “Kaç beğeni geldi?” sorusu modern çağın tansiyon ölçerine dönüşmüş durumda. Harvard Üniversitesi’nin 2020’de yayımladığı araştırmaya göre, sosyal medyada beğeni odaklı içerik paylaşan gençlerin %68’i gerçek hayatta kendini yetersiz hissediyor. Çünkü dış onay, sonsuz bir açlıktır. Ne kadar doyurursanız doyurun, hep daha fazlasını ister. Alkış aldıkça alkışa bağımlı hale gelir insan. Ve sonunda içteki boşluk daha da büyür. Sosyal medyanın parıltılı vitrinleri, içteki karanlığı örtmez. Görünürde parlayan, içeride söner. Böylece değersizlik kendi kısır döngüsünü kurar: içteki boşluk dışarıda onay arayışına, o onay daha büyük bir boşluğa, o boşluk daha büyük bir yalnızlığa dönüşür.
Bizim coğrafyamızda “değer” kavramı bir zamanlar bambaşka bir anlam taşırdı. Osmanlı’da bir esnafın dükkanına girildiğinde müşteri para ile değil, hatırla karşılanırdı. Bir insanın kıymeti cebindeki altınla değil, sözünün eri olup olmamasıyla ölçülürdü. Modernleşme süreciyle birlikte ölçüler değişti. Statü, kariyer, marka arabalar, takipçi sayıları, lüks tüketim… Bugün gençlerin %72’si başarılı olabilmek için zengin görünmenin önemli olduğunu düşünüyor. Yani değer, özden görünüşe kaymış durumda. Kıyafet, araba, telefon, sosyal medya profili… Hepsi insanın özünü gölgeleyen maskelere dönüşmüş. Ve toplum giderek kendi köklerinden, özünden uzaklaşmış. İnsan kendine yabancılaştıkça toplum da kendine yabancılaşıyor.
Değersizlik duygusu yalnızca bireylerin ruhunu değil, toplumun bütün dokusunu çürüten bir salgın. Liyakat kayboluyor, adalet eriyor, yolsuzluk sıradanlaşıyor. Çünkü insan öz değerini yitirince, toplum kolektif değerini kaybediyor. Çocuk evde değer görmediğinde okulda özgüvenini yitiriyor. Okulda özgüveni yitiren genç, iş hayatında emeği görünmez kılınınca topluma yabancılaşıyor. Toplumun adalet duygusu kırıldığında siyaset popülizme sarılıyor. Kısır bir döngü, zincirleme bir reaksiyon. Her şey birbirine bağlı, her şey aynı yaradan besleniyor.
Bugün bir metroda yanımızda oturan insana dikkatle baksanız, çoğu zaman gözlerinde aynı boşluğu görürsünüz. Görülme isteğini. Tanınma, fark edilme arzusunu. Sessiz bir çığlığı. İşte o çığlık, çağımızın en büyük salgınının sesi. Değersizlik hastalığı, bedeni öldürmüyor belki ama ruhu eritiyor. Ruh eridiğinde toplum da eriyor. İnsan kendine yabancılaştığında, toplum da kendine yabancılaşıyor. Ve yabancılaşma arttıkça değer kayboluyor, değer kayboldukça insan da toplum da eksiliyor.
Bu yazıyı okuyan herkes şunu bilsin: mesele yalnızca bir psikolojik rahatsızlık değil. Bu, bir medeniyet sorunu. İnsan onurunun, adaletin, liyakatin, sevginin, emeğin yeniden kıymet bulmadığı bir toplumda, hiçbir kalkınma hamlesi, hiçbir mega proje, hiçbir parlak başarı tablosu gerçeği değiştirmez. Çünkü toplumun en büyük reformu yolları, köprüleri, binaları inşa etmek değil; insanın ruhunu, insanın değerini yeniden inşa etmektir. Ve unutmayalım: Kendisini değersiz hisseden bireylerden, değerli bir toplum çıkmaz.



