Bir zamanlar iyilik, sessiz yapılırdı. İnsan bir taşı kaldırır, bir yetimi giydirir, bir sofrayı kimsesizle paylaşır; bunu geceye fısıldar, sabaha reklamsız uyanırdı. Hayırda gizlilik; hem bir edep, hem de bir ahlak terazisiydi. O günlerde yapılan iyilik insanı yüceltirdi.
Bugün ise insan, iyiliği yüceltmeye çalışıyor.
PR çağında, yardım bile vitrine çıkarıldı.
Sahi, ne oldu bize?
Geçen hafta Cuma vakti, İstanbul Tuzla’daki bir camide yaşanan sade ama öğretici bir olay, bu yozlaşmayı tüm çıplaklığıyla resmediyor. Camiye süpürge alınacak. İmam, kürsüden duyuruyor:
“Ben 2000 lira verdim, müezzin de 1000 lira verdi, ayıptır söylemesi…”
Bu cümle, sanki tevazuya sarılmış bir egonun ilanıydı.
Oysa süpürge 44 bin lira. Cemaatten biri sessizce devreye girdi. Aynı süpürgeyi 32 bine buldu. İlk taksiti olan 10 bin lirayı cebinden ödedi.
Ne İmam kürsüden onun adını anabildi
Ne mikrofon uzatıldı.
Ne de sosyal medyada paylaşıldı.
Çünkü onun işi gösteri değil, hizmetti.
Mesele ne süpürge, ne para.
Mesele, yardımın sahneye çıkarılması.
Ve hizmetin değil, görünürlüğün alkışlandığı bir toplum inşa ediyor oluşumuz.
Bugün derneklerde, camilerde, iftar sofralarında hatta afet bölgelerinde bile gözle görülür bir yarış var:
Kim daha çok görünürse, o daha çok hayır yapmış sayılıyor.
Bağış kutuları değil, etiketler dolaşıyor.
İnsanların ihtiyacını gideriyoruz belki, ama mahremiyetlerini ifşa ederek, onurlarını da çıplaklaştırarak.
Sadaka veriyoruz, ama duayı çalmayı ihmal etmiyoruz.
İslam geleneği “bir elin verdiğini diğer el bilmesin” derken, biz artık “kaç beğeni aldı” diye ölçüyoruz yardımı.
Paylaşmanın özü, paylaşımın içeriğe dönüştüğü yerde örseleniyor.
Hayırseverler değil, yardım üzerinden marka inşa edenler kahraman oluyor.
Ve bu suni kahramanlıklar, toplumun vicdan zemininde sessiz ama derin çatlaklar oluşturuyor.
Daha da kötüsü var:
Gerçek emek sahipleri sessizliğe mahkûm ediliyor.
Adları anılmıyor.
Katkıları görünmez kılınıyor.
Çünkü bu çağda görünmeyen, “yok” sayılıyor.
Birileri fotoğraf veriyor diye sahnede duruyor, ama perde arkasında asıl yükü taşıyanlar göz ardı ediliyor. Oysa işler, o görünmeyen eller sayesinde yürüyor.
Bugün artık şu ayrımı yapmak zorundayız:
Yardım eden kim, yardımı kullanan kim?
Çocuklarımıza kimi örnek gösteriyoruz?
Gerçek kahramanları mı, PR yıldızlarını mı?
İsimler, dönemler değişir.
Ama zihniyet değişmedikçe, bu yozlaşma katlanarak büyür.
Ve biz, bugünkü gösterişli “hayır” anlayışımızla, yarının sessiz kahramanlarını yok ediyoruz.
Oysa toplumun harcını, adı bilinmeyenler tutar.
Tabelaya adını yazdırmayan…
Bağışı kameraya değil kalbe yapan…
Yaptığı iyiliği sadece Allah’a arz eden insanlar…
Onlar sayesinde ayakta kalır mahalle, cami, okul, vicdan.
Tarih, resmi belgelerle değil; anlatılmayan iyiliklerle yazılır.
Bugün öyle bir zamandayız ki, yardımı bile sahneye çıkardık.
Ama perde arkasında başka bir gerçek var:
Yardımın kendisi değil, yardım edeni parlatmak öncelik haline geldi.
Ve bu anlayış sadece toplumda güveni zedelemiyor…
Aynı zamanda yardımı da itibarsızlaştırıyor.
İnsanlar artık şunu soruyor:
“Bu yardım gerçekten ihtiyaç için mi, yoksa itibar için mi?”
Bu soru, toplumun en tehlikeli eşiğidir:
Samimiyle sahteyi ayıramamak.
Ve asıl korkutucu olan da budur.
Oysa bazen en büyük iyilik, adı anılmadan yapılandır.
Ve bazen bir süpürge, sadece bir süpürge değildir;
Vicdanları süpürmenin vesilesidir.
Bugün herkesin kendine sorması gereken tek bir soru var:
Ben iyilik yaparken neyin peşindeyim?
Alkışın mı?
Bir fotoğraf karesinin mi?
Yoksa sadece huzurun mu?
Gerçek cevap, yardımı kim için yaptığında gizlidir.
Çünkü iyilik, gösteri değil…
Hissetmektir.
İyilik, ancak görünmekten vazgeçtiğinde gerçek olur.
Toplumu ayakta tutanlar; sesi çıkmayan, adı yazılmayan, fotoğrafı olmayanlardır.
Ve işte bu yüzden…
İsmini bilmediklerimiz olmasaydı, bu toplum çoktan çökerdi.



